12 Haziran 2022

Piknikçilik Üzerine

19. yüzyıl Osmanlısında İstanbul Boğazı'nda teneffüse çıkan kadınlar

İnsanlar kendilerini tanıtırken çeşitli sıfatlara ihtiyaç duyarlar. Mesleğinden, medeni durumundan, uğraş alanlarından, hoşlandıklarından veya hoşlanmadıklarından söz eder. Bu sıfatlar ve tanımlar insanın münasebet kurduğu durumlar, insanlar ve olaylar hakkında ipucu vermekte.  Bir gruba yahut bir insana kendimi tanıtmak için beni en iyi anlatan kelimelere başvuruyorum. Şu sıralar bu konu üzerine biraz düşündüm. Son zamanlarda yapıp ettiğim işleri, keyifle hatırladığım anları gözden geçirdim. Kendimi ifade ederken, hakkımda bilgi verirken zihnimde yeni kelimeler belirmeye başladı.

Aşağı yukarı iki yıl önce, 2020 sonbaharında aldığımız piknik sepeti, orta boy -kuzineli ve ayaklı- mangal ve diğer küçük araç gereçler ile kendimize küçük bir piknik kiti oluşturmuştuk. 2021 yazında ise iki adet kamp sandalyesi ve bir adet katlanabilir portatif bir masa siparişi vermiştik. Geçtiğimiz Eylül ayında da ilk aracımız satın alıp, bir araya getirdiğimiz piknik malzemelerini aracımızın bagajından hiç çıkarmadık. Öyle ki bugüne kadar satın aldığım üç araç ile ilk gün hemen piknik yapmaya gitmişimdir. Aracımızla gezmek, bulduğumuz yeşil alanları değerlendirmek, temiz hava almak, doğa yürüyüşlerine çıkmak artık bir alışkanlık haline gelmişti. Bütün bunları düşündüğümde artık kendimi şu kelime ile tanımlayabilirim. Ben bir piknikçiyim. Bu yazı, kendimi piknikçi olarak tanımladıktan sonra piknikçilik üzerine düşüncelerimi ifade etmek için kaleme alındı.

***

Şu sorulara yanıt aramaya çalışacağım. Nedir bu piknik meselesi? Bir insan neden piknik yapar veya buna neden ihtiyaç duyar? İnsan, toplum ve kent üçgeninde piknikçiliğin önemi nedir? İnsanın kendi özüne doğru olan yolculuğunda pikniğin yeri nedir?

Hatırladığım ilk piknik fotoğrafında ben dört, beş yaşlarındayım. Dedem, babaannem, anne, babam, kız kardeşim, halam, eniştem bu fotoğrafın içindeler. Köyümüzde evimize yakın ağaçlık bir alanın orta yerindeyiz. Aile büyüklerimiz çiftçilik ve hayvancılık ile yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ben de bu köy işlerinin ortasında büyümüş biriyim. Bahçemizi sularken, toprağımızı çapalarken, meyveyi - sebzeyi toplarken çoğunlukla bu işlerin bazen içinde, bazen kıyısındaydım. Yaşamımın erken dönemlerinde belleğime işlenen bu görüntüler, toprağa, doğaya ve ağaca olan sevgimi şekillendiren etkenler arasında oldu. Bugün şehirde yaşayan, kente ve kentliliğe alışmış bir insan olarak o günleri özlemle hatırlıyorum.

Evet, bugün nüfusumuzun çok büyük bir kısmı şehirlerde yaşamakta. Köylerde yaşayan insanlar toplam nüfusun yüzde 4'ünü oluşturmakta. Çeşitli sebepler ile insanlar köylerinden şehirlere göç ettiler ve göç etmeye devam ediyorlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu durum tam tersi durumdaydı. Yani çok uzak bir zamandan söz etmiyorum. Günümüzdeki mevcut durumu değerlendirdiğimiz zaman şehir merkezlerinde yaşayan insanların yeni problemler ile karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Bana göre bu problemlerden en önemlisi insanın toprakla irtibatının zayıflaması, hatta tamamen kopma noktasına gelmesidir.

İnsan, yaradılışı itibariyle toprak ile iç içe vücut bulmuştur. Toprak, insanın hem maddi hem manevi dünyasında önemli bir yeri işgal etmektedir. Toprak, insanın üzerinde yaşadığı ve ona bağlı kaldığı temel unsurdur. Şu cümle insanın hikayesini özetler nitelikte. "Topraktan geldik, toprağa gideriz." Bu anlam içerisinde toprağın insanla, insanın toprakla olan münasebeti et ile tırnak arasındaki ilişki gibidir. Toprak insanın içinde hür kalabildiği, emeğinin karşılığını eksiksiz şekilde alabildiği, kendisini onun üzerinde arınmış hissedebildiği tek zemindir.

Toprağımızın yetiştirdiği büyük ozan Aşık Veysel Şatıroğlu'nun şu mısraları sözünü ettiğim durumu çok iyi ifade etmekte.

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Aşık Veysel'in toprağı tasvir edişi içimizde daha başka duygular da uyandırmaktadır. İçimde uyanan bu duygulardan birisi de dost, dostluk ve sadakat gibi kavramlardır. İnsanların büyük çoğunluğunun birbirine menfaat ile yaklaştığı, çıkarcılığın geçer akçe olduğu şu dünya pazarında eğer  kendimize sadık bir dost arıyorsak toprağı hatırlamalıyız.

***

Biraz evvel piknikçilik üzerine sorduğum ve cevabını aradığım sorulara yeniden dönmek istiyorum. Günümüzde kentlerde sıkışmış, toprak ile irtibatı zayıflamış ve her şeyin hızla aktığı, hızla tüketildiği bir zamanı yaşıyoruz. Böyle bir zamanın insanları olarak toprak ile olan irtibatımızı yeniden sağlama, özümüzü yeniden hatırlama adına piknik olgusunu çok önemli buluyorum. 

Aşkar Dergisi'nin 62. sayısında yayınlanan ve benim çok beğendiğim, okumaktan lezzet duyduğum bir şiir var. Özgür Ballı'nın Ankaralı Şiir başlıklı eserindeki mısraları daha önce sizlere şu seçkimde paylaşmıştım.

ankara her dönemin gençliği
bakmayın memur sandıklarına bakmayın gri
kimsenin beğenmediği kimsenin vazgeçemediği

Bu şiirde şair kentlere, kentliliğe, şikayet ettiklerimize, fakat yine de vazgeçemediklerimize yeni pencereler açmış. Çiçek adlarını şehrin sokak isimlerinden hatırladığımız dönemlerdeyiz. Ankara'nın herkesçe malum Karanfil Sokağı, İstanbul'un çiçeklerle dolu Sümbül Sokağı gibi sokaklara bu çiçek isimlerinin verilişinde bir sebep aramalıyız.

Korna sesleri, egzoz dumanları, trafik ışıkları, insanların sürekli bir yere yetişme çabası, bilgisayar ve telefon ekranları, bize kimliğimizi unutturdu. Bu yüzden bir bunalımın içerisindeyiz. Arada sırada da olsa nefes alabileceğimiz zamanları kolluyoruz. Bunu temin edebildiğim nadir yerlerden birisi pikniklerdir. Kalabalıklardan uzak, ağaçların ve kuş cıvıltılarının arasında, belki bir su kenarında, belki bir pınar başında, toprak ile iç içe... İşte piknikçiliğin anlam dünyamdaki yeri ve önemi.

Paylaş:  

1 yorum:

Bloguma ziyaretiniz için teşekkür ederim. Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilir, yorum yaparak katkıda bulunabilirsiniz. Yeniden görüşmek ümidiyle...