8 Haziran 2016

Şiirin Aradığı Şairin Bulamadığı

Şiir ve lisan birbiri ile yakından ilişkilidir. Lisanların kadimlik vasfına yücelmeleri ve yükselmeleri şiir sayesinde olmuştur. Çünkü şiir, lisanın talim sahası olduğu gibi lisanı kemale ulaştıracak ve onun bakir taraflarıyla oynamaya imkan verecek bir alandır. Şiir, bu yönüyle lisanın muhafazasında ve lisanın tekamül seyrinde çok önemli bir vazife icra eder. Lisan da şiirin bu vazifesine hareket imkanı tanıyarak onu rahatlatır. Doğu edebiyatı da göz önüne alınarak düşünüldüğünde mesele dönüp dolaşıp aynı yere varmaktadır. Mevzuyu Türkçe'ye ve edebiyatımıza getirmek istiyorum. Yazıya ait ilk tecrübe Fenike'nin alfabe ihraç etmesiyle başladı. Bu konuya işaret olarak Cemal Süreya'nın Ortadoğu isimli şiirinin birinci bölümünden şu mısraları paylaşabilirim: "çirkin kuşları ağulu böcekleri besledi / sayda'yı hatusas'ı troya'yı / alfabe ihraç eden fenike'yi / alfabe ithal eden ankara'yı" 

Dil kelimesi yerine lisan kelimesi ısrarla kullandığımı fark etmişsinizdir. Bunun nedenini açıklarken şu örneği vermek isterim. Örneğin, Katalanca İspanya'da konuşulan bir dildir, bir lisan değildir.. Katalan bölgesin de konuşulur. Fakat İspanyolca bir lisandır. Yabancı lisanlar ile komşuluk ilişkisi yaşayan veya bir şekilde yabancı lisanlar ile münasebet kurmuş her lisan ister istemez o lisanlardan kelimeler devşirir. Türkçe, tarih boyunca Arap ve Fars lisanlarıyla komşuluk etmiş ve pek tabii o lisanlardan kelimeler devşirmiştir. Doğu milletlerinin ruh röntgenini tetkik ettiğimizde göreceğiz ki ister Türk olsun, ister Arap olsun, ister Fars olsun, bu milletler birbirleri ile sıcak temas halinde bulunduğundan dolayı benzer hadiseler karşısında benzer tepkilerde bulunurlar. Bu yönü ile doğu bir bütündür. Örneğin Doğu'da ortak bir Leyla metaforu vardır. Gizlenen sırlar, açığa vurulan hisler benzeşiktir. Türklerin bulunduğu coğrafya itibariyle etkileşime açık olmasını, lisanına devşirdiği kelimelere bakarak olumsuz bir yargıda bulunmak ve Türkçe'nin asliyetini yitirdiğini düşünmek yanlış bir kanı olacaktır. Divan edebiyatını ve o döneme ait eserleri -öncelikle şiirleri- incelediğimiz zaman son derece sanatlı, gösterişli, her an kendisini talim eden bir lisan ile karşılaşmış olacağız. Divan edebiyatını gül, bülbül, kadeh, şarap dörtlemesi olarak görmek ve onu bu kadar sığ bir tarifle anlatmaya çalışmak en ölçülü ifade ile deliliktir.

Kelimelerin devşirilmesinden söz ettim. Bu ifadeyi günümüz için kullanırsak son derece büyük bir yanlışın içine düşmüş oluruz. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi batı lisanlarından apardığımız ve lisanımızın içine yedirmeye çalıştığımız kelimeler ve bu kelimelerle yeniden şekil vermeye çalıştığımız edebiyat, özde ortak bir ruhtan söz edemeyeceğimiz için mevcut lisanı yükseltmek, kemale ulaştırmak yerine onu düşürür, zayıflatır. Misalen "spiker" kelimesi günlük konuşma dilimize yuvalanmış olduğundan yer yer kullanılan bir kelimedir. İngilizcedeki "speaker" kelimesinden lisanımıza sıçramıştır. Türkçe karşılığı ise konuşmacıdır. Bu ve bu türden bir dünya kelime sayabiliriz. Bir vakitler, mezun olduğum lisemde "Türkçesi Varken" isimli bir uygulama başlatılmıştı. Bilinç uyandırmak adına günlük dilde kullanılan yabancı kelimelerin lisanımızdaki karşılığı hatırlatılıyordu. Unutulan şey hatırlatılır. Ne acı!

Şuraya kadar ifade etmeye gayret gösterdiğim konu, günümüz Türk şiirinin ve şairinin çıkmazını izaha kalkışırken meseleye bir zemin oluştursun içindi. Lisanı ağdalamak, törpülemek, onu asliyetine kavuşturmayacaktır. Orta Asya bozkırını lisanın içine oturtmak imkansızdır. Yeniden Divan edebiyatına dönülsün gibi bir çılgınlıktan söz etmiyorum. Demek istediğim şey, kavramlarımızı kaybetmeyelim. Batının bir tekstil ürünü gibi sırtımıza geçirdiği kelimelerden soyunup, hazır olarak paketlenmiş olarak önümüze sunulan bu yemeği reddedip, kazanımızı kendimiz kaynatmalı ve ihtiyacımız olan gıdayı kendi topraklarımızdan hasat etmeliyiz. Cemil Meriç, Jurnal isimli eserinin 298. sayfasında, "Ağaç kökü ile yaşar. İnsan da öyle. Mâzi gövdemiz. Mâziden koptuk, istikbâle bağlanamadık. Ne Avrupa’yız, ne Asya." ifadesiyle mevzunun atardamarına neşter tutmuştur.

Bugüne dönelim. Türk şiirinin ve şairinin milenyum çıkmazına. İtiraf ve ilan edelim, lisanımız ve şiirimiz bir cinnet hali yaşamaktadır, komadayız, bağlı bulunduğumuz solunum cihazının adı İkinci Yeni. Bir yanımız batının kültür ihracında kuyruğa girmiş beklerken, diğer tarafımız batıya sövmek ile meşgul. Fakat acıdır ki batıya karşı bir antitez geliştirirken dahi kendi kavramlarımızı kullanamıyor, tutunduğumuz dal ve dayanak noktamız olarak olarak Avrupa'yı cebimizde taşıyoruz. Trajedimiz burada başlıyor işte. Çünkü insan kelimeler ile düşünür. Yani düşünce bir bakıma lisanın emri altındadır. Soru şu: Lisan kimin? Bu bağlamda en büyük bozgunu şiirde yaşamış durumdayız. İflası tecrübe ediyoruz, dersem yanlış bir yargıda bulunmuş olmam. Lisanımızdaki parıltının, gösterişin ve sanatın sönmesiyle şiirimiz makina çağına adım atmış oldu. Ruhsuz, özsüz, ne dediği belli olmayan, neye tekabül ettiği bilinmeyen, kelimeler yığını. Yön ve istikamet hissimizi de böylece yitirmiş olduk.

Şiir bir fetih aracıdır. İmar eder, inşa eder, düzeltir, iyileştirir. Şair Mars'ta yaşamadığına göre şiirde Marslı değildir ve Marslılar için yazılmaz. Şu halde günümüz şiiri neden Marslı gibi yazılıyor? Yahut şairlerimiz neye talip, kendisini nereye hangi amaçlar için konumlandırıyor? Bu suallerden kaçmak ve kendilerine bir sığınak oluşturmak için ekseriyetle şu cevap verilir: "Ben kendim için yazıyorum." O halde, madem kendin için yazıyorsun, kalemi eline almak yerine -daha doğrusu klavyeye dokunmak yerine- aynaya bak, aynada kendini izlemekle yetin. Şiirin bir fetih aracı olduğunu söyledim, şiir artık sadece delikanlıların genç kızların kalbini fetih aracı vazifesi görmektedir.

Günümüzde klasik sayılacak bir eser vücuda getirilememektedir. Çünkü şair, ne tarih üzerine ne istikbal üzerine ne de şiiri üzerine düşünmektedir. Hazır olan tüketilmekte ve ortalama dil tutturulmaya çalışılarak, birbirini tekrar edip duran artistik metinler yazılmaktadır. Suya sabuna dokunulmadığı için temize çıkamıyoruz. Vitrin sahibi olmak bunu gerektirir çünkü. Günümüz şairi düşmanı fark etse, meselenin farkına varsa bile ısırgan, ayakları yere basan bir şiir vücuda getirememektedir. Çünkü düşmanın etini takma dişlerle ısırmaya çalışmakta, her hamlesi düşmanını sadece gıdıklamaya yaramaktadır.

Lisanın ve şiirin talim sahası olan dergilerimize gelince... Pek az dergi şiir ve lisan meselesi üzerinde ciddi gayretler göstermektedir. Ekseriyetle dergilerimiz pop-ikon yetiştirme, cilalama, parlatma görevindedir. Şiirde romantizm yer yer elbette olabilir. Fakat salt romantizmi şiire iskelet kabul etmek, delikanlıların kızlarla olan münasebetlerinde yol açıcı bir iksir olarak görmeye sebep olacaktır. Bu anlayış yüzünde yetişen neslin, düşünme - okuma - üretme zemini oluşmamış, hazır olanı tüketmek, mevcut olanı parlatmak daha cazip görülmüştür. Günümüz dergiciliğinin üzerindeki boya kazındığında geriye ne kalacaktır?

Her defasında İkinci Yeni'nin sermayesini kopya ettiğimiz, bakiyesi üzerine devam ettiğimiz bir gerçektir. Fakat İkinci Yeni, şiiri üzerinde kafa yoruyordu, düşünüyordu. Lisanını yitirmemek adına gayret içerisindeydi. Geleneksel mecaz sistemini öteye koyarken yerine neyi getirdiğinin de bilincindeydi. Bilinç? Üzerini kapattığımız kelime. Edip Cansever'in Mendilimde Kan Sesleri isimli şiirinde dediği gibi: "Yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler / Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi"

Şiirimiz tıklım tıklım. Müjde.

Eyüp Aktuğ, Haziran 2016
Paylaş:  

0 Yorum:

Yorum Gönder

Bloguma ziyaretiniz için teşekkür ederim. Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilir, yorum yaparak katkıda bulunabilirsiniz. Yeniden görüşmek ümidiyle...