16 Mayıs 2015

, ,

Şiirdeki Çıkmaz ve Edebiyat Dergilerinin Jantiliği

Charlie Chaplin'in Modern Times filmi bu yazının bir dipnotudur.

Musluğu çevirirsin ve su akmaz. Önünde iki ihtimal vardır. Birincisi, suyu evinize taşıyan boruların içine bir şey tıkanmış olabilir. İkincisi ise şehrin suyu hangi kaynaktan temin ediliyorsa o kaynak kurumuştur artık. Bu örneği verişimin sebebi, bu durumları edebiyatımız ile karşılaştırmak ve sorunun nerede olduğunu anlamak. Okur kitlemin edebiyat dergilerini takip ettiğini varsayarak başlamak istiyorum. Umarım bu varsayımda isabetli hareket ederim. İkinci varsayım üzerinden başlarsam eğer...

Türk dilinin binlerce yıllık bir mazisi vardır. Kadim Türk medeniyetinin temellerini sahip olduğu yegane değer olan dili oluşturur. Bir kavim; sosyal, siyasal ve ekonomik yaşantısını dili nisbetinde düzenler. İnsan kelimelerle doğar, kelimelerle yaşar, kelimelerle düşünür ve kelimelerle yeryüzünde anılır. Bugün edebiyat musluğunu çevirdiğimizde musluktan su akmıyor, suya benzeyen ama bulantı verici bir kokuya sahip bir şey akıyor. Edebiyat şehrinin suyunu temin eden kaynak kurudu mu yoksa? Sözü uzatmaya gerek yok. Kurumadı. Bütün ihtişamıyla, bütün heybetiyle ve kadim tarihiyle o kaynak orada duruyor. Fransızların tabiriyle "camus" denilen hazine. Camus, sözlüğümüz. O halde sorun nerede? Sorun kaynakta değil şüphesiz.

Dervişin birisi bir adama rastgelir. Gölün kıyısında yaşayan bir adam. Derviş selam verir adama. Hal hatır sorar. Sıcak bir gün olduğundan dolayı gölde yüzünü yıkamak ister. Biraz serinlemektir arzusu. Adam ise dervişi izler. Derviş yüzünü yıkayıp, serinledikten sonra adam dervişe çıkışır. "Bu benim gölüm. Yüzünü yıkamak için benden izin alman icab ederdi. Ama sen benden izin almadın." diyerek sinirli bakışlarını dervişe yöneltir. Derviş ise yakan güneşin baygın gözlerine vuruşunu elleriyle perdeleyip adama döner ve der ki: "Yaklaş, şimdi göle eğil, avuçlarını açıp göle daldır. İşte senin gölün avcundaki kadardır."

Türkçe'den aldığımız pay, işte dervişin o adama verdiği cevapta saklıdır. O halde edebiyatımızdaki kuraklığın sebebi Türkçe'de ve sözlüğümüzde değil. Zihnimizdeki kelimelerin sayısı nisbetinde bir Türkçe'ye sahibiz. Genç bir şair şiir sanatıyla meşgul olduğunu söylüyor. Şiirler yazıyor, dergilere gönderiyor. Daha sonra onunla sohbet ediyorum. "Modern şiirde hangi şairleri okuyorsun?" sorusunu yöneltiyorum. Aldığım cevap ise şu oluyor, "Şiirimin özgülüğünü korumak ve diğer şairlerden etkilenmemek adına başka şairlerin şiirini okumuyorum." Bu meseleyi bir kaç kişi ile sınırlandıramam. Günümüzün bir numaralı sorunu bence bu. Okumuyor ve ciddi bir kelime birikintisine sahip değiliz. Yazılan şiirler ya da nesir türünde verilen eserler birbirinin tekrarı olmaktan öteye geçemiyor. Şiirimizde belli başlı kelimeleri kullanmazsak o şiir, şiirden sayılmış olmuyor mesela. İçinde gökyüzü geçen bir çok şiir Göğe Bakma Durağı'nın kötü bir taklidi olmaktan başka bir sıfata sahip değil. Mesela kadın şairlerimizin bazıları ise Didem Madak ya da Nilgün Marmara gibi şairlere öykünüyor.

Bir de "yeşil edebiyat" dedikleri bir kavram var. Saç, sakal, dua, seccade, gözyaşı, abdest, abdest sırası, abdest aldıktan sonra sakaldan süzülen su ve o suyu şalıyla silen kızlarımız... Bu uzar gider, meseleyi anladınız işte. Mide bulandırıcı bir fantezi dünyası. Sanattan bahsetmek şöyle dursun, bir takım dini terimleri, içlerindeki nefsani duygulara kılıf yapmak ve romantik yerlerini kaşımak adına başlatılan adî bir furya...

Sezai Karakoç denilince "Allah rahmet etsin." diyenler, Necip Fazıl Kısakürek denilince"Bir gün Nazım Hikmet'e yapıştırmış cevabı." diyenler, Nazım Hikmet denilince "Aayy, çok romantik." diyenler, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever denilince "Tumblr'da bir şiiri vardı." diyenler, Ece Ayhan denilince "Güzel kadındı, iyi şiir yazardı." diyenler, Nilgün Marmara, Didem Mamak denilince "Gökyüzü, kuşlar, masanın üzerindeki çiçek, sehpadaki dantel." diyenler, İsmet Özel denilince "Hmm, okumadım..." diyenler... Avrupa'ya girmiyorum bile.

Hal böyleyken günümüzde sayı çıkaran bazı edebiyat dergileri de şüphesiz bu çılgınlık çizgisi üzerine kaymayı tercih etti. Tüketilen ve rağbet edilen ne ise onu yayınlıyorlar. Editörler büyük ihtimalle şiirdeki ya da nesirde bu kuraklığın ve bu sığlığın farkındalar. Bundandır ki, edebiyat dergilerimiz artık çok janti. İllüstrasyon çalışmaları, fotoğraflar, resimler... Tam bir vitrin ürünü. Ben buradayım, gel beni al, resmimi çek ve instagrama koy der gibi. Şiir ve nesirdeki sanatsal kuraklığı kapatabilmek için şiirin yanında görsel kullanıyorlar. Şiirde yetkin duruşun, söylevin ve sanatın, kullanılan o görsellikle sağlanacağı düşünülüyor.

Durum böyleyken yine de umutluyum. Taşra da hala özgün ve sanatlı bir ürperiş olduğunu biliyorum. Sanat bir ürperiş halidir bana göre. Gökyüzünde bir takım sesler vardır. Bu sesleri; melekler ve iblisler yeryüzüne indirir. İşte sanat kulağı o sesleri duyar ve kağıda yansıtır.  Mitsel bir inanış belki benimkisi. Fakat böyle düşünüyorum ben. İlham dediğiniz şey okumakla, sürekli okumakla. Batıyı ve doğuyu okumak, yazın dünyasını gerçekten tanımak gerekmekte. Neyi, nasıl okuduğumuz çok önemli. Daha bir çok şey söylenebilir bu konu üzerine. Fakat şimdilik burada susma hakkımı kullanıyorum.

NOT: Charlie Chaplin'in Modern Times isimli filmini, günümüz insanını ve dünyasını daha iyi anlamak adına izlemenizi tavsiye ederim. Umarım bu yazıyı, sabır göstererek, buraya kadar okumuşsunuzdur.
Paylaş:  

1 yorum:

  1. Biz yazmak nedir diye sorduğumuzda, okumak diye cevap alırdık büyüklerimizden.. İnsan yemek yemezse ürün veremez: okumadan yazmak amiyane bir tabir olacak ama kusmaya benziyor.
    Dergi ise ayrı muamma; ikimizin ve dahi güzel kalmış insanların ortak sorunu.. Aynı ümit ile yanıyoruz kardeşim..

    YanıtlaSil

Bloguma ziyaretiniz için teşekkür ederim. Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilir, yorum yaparak katkıda bulunabilirsiniz. Yeniden görüşmek ümidiyle...